18 Kasım 2012 Pazar

7. Gün, Hopa'ya bir bakış

İstanbul'u özledim. Tam bir hafta oldu. Çok özledim. Ama dayanıyoruz bakalım. Bugün biraz geç uyandık, 11:30 gibi evden çıktık. Pazar olduğundan dolayı, Emine Abla kapalı bugün. Gerçi bi de direk Hopa'ya gitmeyi düşündüğümüz için çok da sorun etmedik. Çıktık otogara doğru gittik.

Burada ulaşım çok pahalı.(Ha herşey lüzumsuz pahalı, o ayrı) Hopa-Borçka-Artvin aynı yol üstünde, yaklaşık 70 km'lik bi yol. Hopa'dan Borçka'ya 8, Artvin'e 14 liraya götürüyor minibüsler. Adeta soygun. Herhangi bir ilçeye gitmek 5 liradan başlıyor, ki 4-5 km'lik mesafelere 3 lira alan hatlar var. Şaka gibi adeta. Neyse.

Hopa-Borçka yolundan ilk gün de biraz bahsetmiştim. Şimdi gündüz gözüyle görmek kısmet oldu tabi, manzara, yine muhteşem. Amma velakin, yol çok virajlı, inişli çıkışlı, bir de buna Artvin'li şöför faktörü de eklenince, kısaca şöyle diyim, sizi biraz yol tutuyorsa/olasılığı varsa, gelmeyin bu yola.

Neyse, 8 lirayı kısacık yola vermiş olmanın acısıyla, Hopa'ya geliyorsunuz. Öyle Hopa Hopa diye anlatıyorlar ya, bakmayın siz onlara, bir sahil "kasaba"sı burası. Tek cadde'den oluşuyor yine merkez, bir başından diğerine yürümek, Borçka'da 4 dakika sürerken, burada 5 dakika sürüyor, çok bir fark yok yani. Deniz güzel, orası ayrı, ama bir İstanbul değil.

Büyükçe duran bir restorana girdik rasgele. Hayatımda yediğim en kötü dönerlerden birini yedim sanırım. Murat'ın yediği ev yemeğinde de pek hayır yoktu. Verdiğimiz para ise, öh, o para ile çok güzel yemekler yenir İstanbul'da, öyle saçma fiyatlar var.

Sahil'de biraz ilerleyince, yanyana pek çok otel var. Tabi bu bögledeki otellerin en büyük ortak özellikleri, pavyonları, ve "Amerikan Bar"ları. Ya da Gürcü hatunlarının bulunduğu keraneler denilebilir. Çok para kazanma çabaları buralıların, belki de lüzumsuz yere çok para yedirdiklerinden, orasını bilemedim tabi. Hopa'yı bu bölgedekilerin bu kadar övmelerinin sebebi de, şehirde pek çok bar/disco/pavyon bulunmasıymış meğersem, yoksa gündüz gözüyle hiç bir esprisi olmayan bir ilçe.

Artvin'de tek bir alışveriş merkezi var. istanbulbazaar adı da. Hopa'dan 3-4 km uzaklıkta bir yer. Kemalpaşa'ya giden minibüslere 3 lira bayılarak gidebiliyorsunuz oraya. Biz bilemedik, Kemalpaşa merkezde indik, sonra yaklaşık 1.5 km yürümemiz gerekti. Ama aslında iyi de oldu.

Yürüğüdümüz yol, Batum'a giden Karadeniz Sahil Yolu aslında. Kemalpaşa'nın içinden geçtiği bölgede, her yer dükkan, daha çok giyecek, nevresim, havlu gibi şeyleri satan dükkanlar. Dükkanların üzerinde fiyatlar dahi Gürcüce yazılı. Herkes Gürcü hatta alışveriş yapanların, valizlerle, koca koca torbalarla geziyorlar. Anladığımız kadarıyla burada daha ucuz/kaliteli ürünler buldukları için buradan alışveriş yapıyorlar. Özdilek, Taç gibi firmaların bile büyük mağazaları var. Biz onlara tekstil, onlar bize seks ve kumar satıyor bu bölgede gibi duruyor.

istanbulbazaar denilen alışveriş merkezi, 2 tane 100 metrelik yoldan oluşan, küçük sayılabilecek bir yer. Ama dükkan çeşitliliği fena değil, açıkçası aradığınız bir şeyi rahatça bulabileceğiniz kadar büyük. Şehirdeki tek Burger King'de burada. Oturup Big King yedim bir tane, özlemişim.

Sonra bir minibüs'e binip şehre, oradan da Borçka'ya döndük. Hastane önünde indik, nöbetçi olan Sezgin'i ziyaret ettik. Biraz orada oturduk, kaşemi aldım, arada hasta bile muayene ettim bir tane, ve eve döndük.

Bu kadar şey yaptık, ve evet, saat yine 17:00 oldu ancak. Burada zaman akmıyor demiş miydim? Biraz House izledik, biraz geyik, saati bir şekilde 20:00 yapınca da, çıktık dün pide yediğimiz yerde pide yedik. Döndük, çay yaptık, içtik, biraz daha geyik, House, bu saate geldik en sonunda. Birazdan yatarız yine muhtemelen.

Yarın PTT'den mezuniyet belgemi alıcam, annem kargolamıştı sağolsun. Sonra hastaneye gider, teslim eder, ve maaşlarımızın yatıp yatmadığını kontrol ederiz. Sonrasında ne yaparız, orası kısmet =)

Yarın görüşmek üzere.

İstanbul Bazaar, Biraz Borçka, ve sonunda Kaşem!

Bügün Hopa'ya gittik. Fotoğraf çekilecek çok bir şey yoktu doğru söylemek gerekirse. Tipik bir sahil kasabası tadında. Pek çok otel(bkz. Pavyon/kerane) mevcut yanyana o kadar aslında. Ondandır, Hopa fotoğrafı yok. Ama yine de 3-5 bir şey paylaşmadan olmaz =)

Artvin'in tek alışveriş merkezi olan İstanbul Bazaar'ın girişindeki reklam tabelaları. Sanki Gürcistan burası!

Sloganı "Size İstanbul'u Getirdik" olunca, bi heyecan kapladı tabi içimi =) Küçük ama olsun. Burger King'i bile özlemişim.

Şu anda çalışmıyor olsa da, Borçka'mızın hapishanesi =) A tipi.(Nasıl bişiyse artık =)) Solda mavi görünen bina ise, hastanemiz =)

Borçka Devlet Hastanesi bahçesinden, Borçka manzarası. Ortada Çoruh.

Ve sonunda kaşem!

17 Kasım 2012 Cumartesi

6. Gün, Karagöl

Dün gece Murgul'da kalmıştık. Sabah 7:30'da kalktık, hazırlandık, Murat'ın teyzesine veda edip, aşağıya indik, servis beklemeye. Saat 8'de gelmesi gereken servis, 8:30'a kadar gelmedi. Biz de gelen araçlara otostop yapalım bari dedik, ne de olsa bulunduğumuz yoldan giden biri, aradaki köylere gitmiyorsa, Borçka'dan geçmek zorundaydı. Bir araç durdu, kullanan, dün akşam çarşı'da çay içerken tanıştığımız, Murat'ın dayısının bir arkadaşıydı. Saolsun bizi şehrin girişinde bırak dememize rağmen, içeriye kadar girdi. Buraların insanı biraz garip ama, doktor'a gerçekten saygı duyuyorlar. İlginç.

Eve 9 gibi varmış olduk böylece. Murgul'un havası mı çarptı nedir, ikimiz de uyumuşuz. Söz de 11 gibi Kadir'le konuşup, Karagöl'e doğru yola çıkacaktık. 12 gibi o bizi uyandırdı. Tabi tahmin edin ne yaptık? Evet bildiniz sanırım, Emine Abla'ya gidip öğle yemeğimizi yedik. Sonrasında ise Kadir'le buluştuk.

Kadir hastane personellerinden biri. Bolu'lu. 2 ay önce buraya atanmış, ama buralardan pek memnun değil, daha önce görev yaptığı Urfa'ya dönmek istiyor. Beyaz bir Broadway'i var. Aslında düşününce, buranın coğrafyası için, pek çok yeni arabadan daha mantıklı, Broadway/Şahin gibi araçlar, keza yerden yüksekler. Karagöl'e doğru çıktık yola.

Yol klasik Artvin yollarından, bol virajlı. Bir kaç kilometre geçtikten sonra, Muratlı ve Camili'ye doğru ikiye ayrılıyor yol. Karagöl Camili yolunun üzerinde, sağdan gitmeniz gerekiyor. Bu noktadan sonra, hafiften hafiften yokuş çıkmaya başlıyoruz. Hafiften derken, çok hafifte değil tabi, 25km'lik yol bittiğinde, yaklaşık 120metre rakımdan, 1500 metreye çıkmış oluyorsunuz. Yol çok kötü sayılmaz, ta ki Karagöl Milli Parkı levhasını görüp, Karagöl'e doğru gitmeye başlayıncaya kadar.

Yol boyu, manzara muhteşem. Yeşilin, sarının ve kırmızının her tonunu görüyorsunuz ağaçların üzerinde. Tarif etmek pek mümkün değil, ama o hani hep şehirli insanın filmlerde, fotoğraflarda, görüp aşık olduğu muhteşem dağlar var ya. İşte onlar gerçekmiş, var burada =)

Karagöl Milli Parkına girdikten sonra, yol fazlasıyla yokuş yukarı, yerler keskin taşlarla dolu, hatta sığ da olsa 1-2 yerde suyun içinden bile geçiyorsunuz. Manzara deseniz muhteşem, her 200-300 metrede bir sol tarafınızda şelaleler görüyorsunuz irili ufaklı. Ha tabi bu arada, sağ taraf uçurum =) Bu yol 4km sürüyor, ama geçirdiğiniz zaman diğer 20 km ile aynı neredeyse, yoldan dolayı.

Aracınızı parkettikten sonra, 3 dakikalık bir yürüyüşle göl'ün kenarına geliyorsunuz. Göl'ü çok anlatmama gerek yok, keza bugün fotoğraflarını paylaştım sizlerle. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüş yolu var etrafında, piknik yapmak için masalarda yerleştirilmiş. Yazın gelmelik tam. Serin muhteşem doğa ile başbaşa bir mangal. Tadına doyum olmaz =)

Hava kararmadan dönmeye karar verdik. Güneş 15:55 civarında batıyor burada. Borçka'ya gelirken yol üzerinde bir pansiyonda durup çay içiyoruz. Tahta, ve küçük bir çayın yanına kurulmuş bir yerde, günzel manzaranın tadını çıkararak çaylarımızı içiyoruz. 3 çaya 3 lira istiyorlar. Borçka'ya geldiğimden beri en pahalı çayımı da içmiş oluyorum böylece. Sonrasında ise sorunsuzca Borçka'ya varıyoruz.

Gelince Yoyo Cafe'de(hani bu Mavi Çarşı içinde olan) çay içtik yine. Sonrasında ise Emine Abla'ya gidip, içimizi ısıtsın diye çorba içtik. Yayla Çorbası yapmış bugün. Biraz tuzlu olduğundan şikayet ettiğimden midir, bizi sevdiğinden midir bilmem, ücret almadı bizden. Üzerine bir kez daha çayımızı içtikten sonra eve gidiyoruz.

Çok şey yaptığımızı düşünüp, saatin çok geç olduğuna inandığımız halde, eve girdiğimizde saat daha 17:30 civarı. Burada zaman hiç akmıyor, sanki günler 30-40 saat. Oturup vakit öldürdükten sonra, Kadirle ben Fenerbahçe maçını izlemek için Yoyo Cafe'ye gittik. Sütlü nescafe içtim bu sefer, hayatımda bir değişiklik olsun diye =) Maçın ilk yarısı sonucunda durum pek parlak olmayınca ben evime, Kadir'de lojmanına döndü.

Saat 19:50, ve daha hala öldürmek gereken çok zaman var. Biraz daha öldürünce, yemek yemeye gidiyoruz. Emine Abla'nın tavsiye ettiği bir başka pideciye bu sefer. Yanındaki dükkan, ve iyi çocuklar işletiyor orayı, gidin yiyin tanışın dedi bizlere. Ben karışık(kavurma, sucuk, kaşar), Murat ise sucuklu yumurtalı pide yiyoruz. Gayet lezzetli. Ama ucuz değil maalesef pide burada. 2 pide, 1 kola, ve 1 ayran için 15 lira verip çıkıyoruz.

Yarın Sezgin'le birlikte Gürcistan'a geçmeyi planlıyorduk, ama vazgeçtik. Muhtemelen Hopa'ya gidip orayı gezicez. Şimdi çay demliyoruz kendimize, çayımızı içip, yatıcaz =)

Sağlıcakla kalın, yarın görüşmek üzere!

Murgul, Karagöl, ve şehirdeki minişler.


Dün Murgul'da kaldık, bugün Karagöl'e gittik. Murgul'da çok fotoğraf çekmedim, ama Karagöl hakkında biraz fikir edeneceğiniz kadarını çektim diye umuyorum. Bir de ekstra olarak Emine Abla'nın dükkanı önüne dün akşam gelen köpüşler var =)
Not: Cep telefonu ile çekilmişlerdir, kusura bakmayın =)
Arkasında karlı dağlar ile, Murgul'un tek caddesi. Soldaki apartman, Murat'ın teyzesinin oturduğu apartman.
Emine Abla'nın dükkanının önüne gelen, ve adeta Emine Abla'nın arabasının altında yaşamaya başlayan minişler.

Karagöl parkının girişi, ve bizi buraya getiren Kadir.
Karagöl'e varıldığında ilk karşılaştığınız manzara.

İskelenin üzerinden Karagöl

Kadir, Murat, ve Karagöl

Balıklar!

Tahta köprü(dah doğrusu ağaç), Murat ve Kadir

Ağacı yarıp köprü yapmak!

Karagöl'den son manzara =)



5. Gün, Murgul.

Dünden tahmin ettiğim üzere, bugün öğlene doğru ancak uyanabildik. İlk iş olarak Emine Abla'ya uğrayıp, yemek yedik. Sonrasında ise Murat'ın akrabalarının yaşadığı Murgul ilçesine doğru yola çıktık.

Murgul, bundan 20 sene önce Artvin'in en büyük ilçelerinden biriyken, bugün, 3200 nüfuslu, küçük bir köy kıvamında. Bakır işletmeleri varmış burada, halkın büyük kesimi de orada çalışırmış. Şehirden geçen nehir, gri akarmış hatta o devirlerde, fabrika atıklarını oraya boşalttığı için. Çalışanlar iyi maalarla çalışırmış duyduğumuz kadarıyla.

Daha sonra biraz siyasi/politik nedenlerle bakır rezervleri bitti bitiyor, fabrika kapanıyor vs derken, işletme kapatılmış, ve özelleştirilmiş. Bu şehre epey zarar vermiş anlaşılan. Yüksek maaşlı iş bitmiş, şehrin yaşayan havası kaybolmuş.

Öncesinde, Murat'ın bir teyzesine geldik, eşyalarımızı bıraktık, keza bu gece burada kalıcaz. Daha sonra çarşıya doğru yürüdük. Çarşı dediğime bakmayın, 100 metrelik bir cadde, sağda solda dükkanlar. Bu kadar. Çarşıda Murat'ın diğer bir teyzesiyle tanışıp, dayısına doğru yola çıktık.

Güzelce bir yokuş çıkıp, 15-20 dakikalık bir yürüyüşten sonra dayısına vardık. Yengesi bize güzel bir mıhlama yaptı (burada başka bir isim veriyorlar ama tam öğrenemedim, öğrenince yazıcam) biraz sohbet ettikten sonra tekrar çarşıya indik. Biraz çay içtik. Gürcistandan kaçak sigara geliyormuş bolca, herkes onları içiyor, onu öğrendik, ne ararsanız var. Bir karton Parliament 50 lira(bkz. Türkiye'de 80 lira)

Sonrasında tekrar Murat'ın teyzesine döndük. Silor denilen bir yemek yedik. Elazığ bölgesinde Sırın dedikleri yemekle aynı. Yufka boş şekilde sarılıyor, kesiliyor, tepsiye dik şekilde diziliyor, fırına verilip kızartılıyor. Sonrasında üzerine yoğurt dökülüyor, üzerine de mis gibi tereyağ eritilip dökülüyor. Çok lezzetli bir yemek, ve insanı gerçekten tok tutuyor.

Murat'ın eniştesiyle keyifli bir sohbetten sonra, demir elma denilen bir elma ve mandalina getiriyor Murat'ın teyzesi. Demir elma için, 6 ay bozulmaz deniyor. Gerçekten çok lezzetli. Keza mandalina da öyle. Ki ben meyve hiç sevmeyen/yemeyen biri olarak, bayıldım.

Daha sonra Murat'ın teyzesi bize mısır ekmeği yapıyor, onu yoğurt'un içine koyuyor, ve bizler de bayıla bayıla yiyoruz. Buraya geldiğimizden beri ilk defa zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Güzel sohbetler ve yemekler.

Komiktir, haberi İstanbul'dan duydum, ama başhekimimiz dayak yemiş. Hem de öyle böyle değil. Dün kendisi sabah ameliyattaydı, ve ben kapıda bekleyip imza almıştım ya, sonra öğlene doğru şehirde Ziraat Bankasında gördük. Murat'la pek tekin birine benzemiyor diye biraz dedikodu yaptık hatta. Meğer sonra, kendisi Rize'ye gitmiş.

Şimdilik içerden bilgimiz yok, ama çıkan haberlere göre, evli ve bir çocuğu olduğu halde, kendisinin Rize'de çalıştığı zamandan evli bir kadınla ilişkisi varmış. O kadının akrabalarından 3 kişi epey bir dövmüş kendisini. Kafatasında çatlağı varmış, ve kalıcı görme bozukluğu oluşma riskinden bahsediliyor. Rize'den Trabzon'a, oradan da İstanbul'a sevketmişler kendini. Yarın ilk iş gidip işin aslını astarını öğrenicez İstanbul'da, sizlere de anlatırım akşama.

Birazdan duş alıp sonra yatıcaz, sabah 8'deki minibüsle de Borçka'ya geri dönücez.

Sağlıcakla kalın.

16 Kasım 2012 Cuma

4. Gün, Borçka alemleri

Dün yatıyorum dedim ya, yatmadım. Acıktık yahu. Kalktık dışarı çıktık, ne var ne yok diye akşam 10'da. Mavi çarşı denilen bir yer var, böyle Kadıköy Çarşı gibi bir bina, içinde dükkanlar var. Tabi o saatte orası da kapalıydı.

Ancak ilginçdir, dükkanların birisinin vitrininde Merrell botlar gördük. Murat Goretex tabakalı, su geçirmeyen bir bot bakıyordu, aklımızın bir köşesine yazdık. Biraz daha gezdikten sonra açık bir pideci gördük. Dilan isimli, fena durmayan bir yerdi. Çalışan diğer doktor arkadaşlardan öğrendiğimiz üzere fena pide yapmıyorlardı. Bize iki tane konya usulü pide getirdiler, etli ekmek dediğimize benzer bir şey. Gayet lezzetliydi, ancak bitiremedik, keza porsiyonlar, o kadar büyüktü ki, bir pide söyleseydik ikimizde rahatça doyardık.

Sonrasında eve geldik, ve uyuduk. Hala su ısıtacak bir şofbenimiz olmadığı için, ben su kaynattım, ve kova ile duş aldım. Biraz garip bi durum, ama hiç yoktan iyidir açıkçası. On'a doğru hastaneye vardık. Malum, benim istifa vereceğim büyük gündü bugün. Memurlardan biriyle dilekçeyi yazdım, ancak başhekim'e imzalatmam gerekiyormuş ve başhekim ameliyattaymış. 11'e kadar beklemek zorunda kaldık, ve maalesef Batum planımız yalan oldu. Neyse ki, internlükten alışkanlık, ameliyathane çıkışında bekledim, ve çıkar çıkmaz imzamı aldım, teslim ettim. Bir aylık yasal süreç sonunda artık resmen memuriyetten ayrılmış olucam.

Sonrasında Emine Abla'nın yanına gidip yemek yedik, Ziraat Bankasına gidip hesaplarımız ile ilgili imzaları attık. Avuç içi tarama diye bir şey icat etmişler, bir alete avuç içlerimizi kaydettirdik, böylece kartımız olmadan da, ATM'den avcumuzu okutarak para çekebilecez. Söyledikleri kadarıyla, ya yarın, ya Pazartesi maaşlarımız yatmış olacakmış. Bir önceki akşam Merrell botları gördüğümüz yere gittik. Şimdi enteresandır, Merrell botları, İstanbul'da dahi satan 1-2 mağaza vardır, daha fazlası yoktur(bkz. SPX, Sport Point mağazaları) ve Borçka gibi bir ilçe de neredeyse tüm çeşitleriyle mevcut. Adam elimizde az numara var, ama gerekirse Artvin merkezden minibüs ile getirtiyoruz diyince, daha bir şok olduk. Neyse ki Murat'ın beğendiği modelin numarası vardı, internet/İstanbul fiyatı ile aynı fiyata aldık.

Tüm bunlardan sonra, Artvin'e gidelim dedik, en azından bir-iki saat şehir merkezini görürürüz dedik, ve otobüs terminaline doğru yola çıktık. Minibüs'ün saat 3'te kalkıcağını öğrendik, ve yarım saati, çay ocağının önünde oturup çay içerek geçirmeye karar verdik. Bu sırada yanımıza çevik hareketlerle bir teyze oturdu.

Teyze kimya öğretmeniymiş. Çok hoş sohbet, ve çok kültürlü biriydi. 1962'lerde ilk görev yeri olarak Antalya'ya gittiğini öğrenince, tahminen 70li yaşlarında olduğunu çıkardık, ama görseniz, buna ihtimal dahi veremezdiniz. Borçkalıymış, ama 35 senedir Kocaeli'nde oturuyormuş. Buraya her yıl ziyarete geliyormuş. Çok güzel bir sohbet edip, çaylarımızı içtik. Daha sonra teyze köyüne doğru yola çıktı, biz de Artvin merkeze doğru.

Artvin yolu, Borçka baraj gölünün yanından giden güzel bir yol. Yine bol virajlı, tünelli, ve hatta 2 kez de viyadüklerle gölün üstünden sizi diğer tarafa geçiren bir yol. Artvin girişinde sivil polisler çevirdi, kimlik sorgulaması yaptılar. O sırada şu tatlı şeyle oynadım biraz.


Artvin enteresan bir şehir. Bir dağın üzerine kurulu, ve bir cadde sürekli dönerek en tepeye kadar çıkıyor. Şehrin en aşağısından, en yukarısına çıkmak arabayla bile neredeyse yarım saat sürüyor. Şehir merkezi buralara göre daha canlı, daha kalabalık, ancak çok ciddi yokuşlar üzerinde tüm her yer. Öyle ki, şehir meydanındaki çeşme bile eğimli bir arazi üzerinde. Beğendik, ve Borçka'dan daha güzel olduğuna karar verdik.

Minibüs bizi en tepede bıraktı, Artvin Devlet Hastanesinin hemen yanı başında. İkimizinde tuvaleti gelmiş, gidip bi hastane tuvaleti ziyareti yaptık. Belli ki hastane yeni yapılmış, çok temiz duruyor, ve tüm imkanlar var. Açıkçası İstanbul'da böyle devlet hastanesi yok, en azından yenilik ve temizlik bakımından. Sonrasında ise yokuş aşağı yürüdük, bir pastane de geçici olarak karnımızı doyurduk, ve 5'te hareket eden minibüse yetişyik. Maalesef şehir merkezinden, o da eğer talep olursa, son minibüs 6'da kalkıyormuş Borçka'ya doğru.

Dönüşte, yine Emine Abla'ya uğradık, orada yemeğimizi yedik, ve de hastanedeki bir diğer doktor arkadaş Sezgin ile buluştuk. Mavi Çarşı'daki herkesin bahsettiği "Yoyo Cafe" ye gittik. Aslında güzel bir tasarımı olan bir yer olsa da, maalesef bomboştu, ve içecekleriniz, çay kahve ile sınırlıydı. Orada bir süre oturup çay içtikten sonra, Sezgin bizi Borçka'nın gece hayatı ile tanıştırmaya karar verdi.

Öyle gece hayatı dediğime bakmayın. İki tane oteli var şehrin. Grand Baraj, ve Demirkol Otel. Bu otellerin, 10-12 arası çalışan pavyonları, ve 12-2 arası çalışan disco/bar ları mevcut. Pavyon derken, tam olarak pavyon, gerçek anlamda pavyon. Şarkıcısından, çirkin konsomatrislerine kadar.

Önce Grand Baraj'ın pavyonu'na gittik. Tüm hastane personeli resmen oradaydı. Piyanist şantör şarkıları, ve daha sonra da pavyon şarkıcısının şarkıları eşliğinde rakımızı içip, peynir ve çerezimizi yedik. Sonra, Demirkol Otel'e geçtik, oranın barında biraz eğlendik, daha sonra ise tekrar Grand Baraj'a geri döndük.

Hatunlar genelde Gürcüler, ve hayatınızda görebileceğiniz en çirkin suratlara sahipler. Ya da abartmayalım, klasik pavyon kadınları işte. Maalesef zor hayat koşulları belli. İnsanlar ciddi paralar harcıyorlar buralarda. Ve şehrin en büyük, hatta tek eğlencesinin bu olduğunu düşününce, insan üzülüyor maalesef. Şehir de başka alkol satan mekan bulmak bile zor. Ha bir de, sigara yasağı falan buraya uğramamış. Ha diyeceksiniz neler dönüyor orada, ne sigara yasağı, siz de haklısınız. İlginç gerçekten.

Hayatımın en zehirli mekanlarıydı diyebilirim. Buradan yazmakla bitmez gördüklerimiz, merak eden olursa, bana ulaşabilir, konuşuruz, ancak, gerçekten çok üzücü, çok içler acısı bir durum.

Yarın muhtemelen bu yorgunlukla(ve alkolle) öğlene kadar uyuruz, sonra ise şehirdeyiz. Belki Hopa'ya ineriz. Cumartesi Karagöl, Pazar ise Gürcistan'a gitmeyi düşünüyoruz. Bakalım Karadeniz'in bu küçük ilçesi, başka ne sırlar saklamakta. Açıkçası sizin kadar, bizler de büyük bir heyecanla bekliyoruz.

Kusura bakmayın biraz geç yazabildim, ama Borçka'nın alemlerini, gece hayatını da görmüş, sizlerle paylaşmış oldum böylece.

Yarın görüşmek üzere =)

15 Kasım 2012 Perşembe

Emine Abla'nın lokantası: Hanımeli Ev Yemekleri

Söz verdiğim üzere hem kendi çektiğim hem de Artvin'in lokal bir internet gazetesinden ödünç aldığım fotoğraflarla, işte karşınızda Emine Abla'nın restoranı:
Bu fotoğrafı ödünç aldım, dükkanın girişi
Dün gece, yağmur yağarken çektiğim fotoğraf. Güzel bir ışıklandırma da yapmış Emine Abla.

Murat ve yemek =) Arkada ise yemeklerin piştiği mutfak, ve soğuk mezeler ve yemeklerin sergilendiği tezgah


Fotoğraf pek kaliteli olmasa da, kabaca dükkan bu kadar, biz kapıya en yakın(hemen kapının sağındaki) masa da oturuyoruz. =)




14 Kasım 2012 Çarşamba

Üçüncü gün, ilk uzun refakat

Bu sabah, biraz tembellik yaptık. Biraz abartılı olabilir, evden 12'ye doğru çıktık açıkçası. Önce, Çorbacı Zekeriya Usta'nın lokantasına gittik. Duyduğumuza göre Kaymakam'ın en favori lokantaları arasındaymış. Küçük, sadece 4 masası olan, 16 kişinin aynı anda barınabileceği bir restoran. Daha önce anlatmayı unutmuşum, şehrin içinde, Ekmek Teknesi ve de Hanımeli(Emine Abla'nın restoranı) diye iki restoran var yan yana. Emine Abla'nın lokantasına biraz daha solcular gidiyormuş anladığımız kadarıyla, keza zaten Emine Abla CHP Kadın Kolu ilçe başkanı gibi bir ünvana sahip, diğer lokanta ise biraz daha MHP'ye yakın, ilçenin büyüklerinin gittiği bir lokanta.(İlçenin belediyesi de MHP'nin) Kaymakam Zekeriya Usta'da yedikten sonra ayıp olmasın diye uğrarmış Ekmek Teknesine =).

Neyse efendim, ben pilav yanına da kuru fasülye söyledim, Murat ise pilav ve taze fasülye. Hayatımda yediğim en güzel kuru fasülye olabilir. Fasuli, Çömlek gibi restoranların İstanbul'da sunmaya çalıştıkları lezzetin, orjinali buymuş meğer. Ve tadına doyulmuyormuş. Porsiyonların Fasuli'nin iki katı olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Ve gelelim işin en önemli kısmına; fiyat. Pilav ve kuru sadece 6 lira. Evet evet 6 lira.

Keyifle yemeğimizi yedikten sonra, hastaneye doğru yola çıktık. Hastane acilinde bugün, Aydın'dan mezun Seçkin diye bir arkadaş vardı. 47. atamayla gelen diğer iki arkadaş da bugün oradaydı. Borçka acili muhtemelen aynı anda 5 doktoru tarihinde ilk defa gördü =)

Gün boyu yağan yağmurun etkisiyle olması muhtemeldir(ki halen yağmakta. İlginç bir yağmur, adamı hiç çaktırmadan sırılsıklam ediyor, ama asla rahatsız etmiyor. Ayrıca halk ilginç bir şekilde, ne yağmurluk, ne şemsiye, ne de şapka takmadan sanki yağmur yokmuş gibi rahat rahat geziyor etrafta), hasta sayısı oldukça azdı. Bol bol sohbet etme fırsatı bulduk biz de. Bu sırada bir personel ile(Kadir) Cumartesi günü Karagöl'e gitmek üzere konuştuk. Broadway'i ile gezdirecek bizi.

Represant'lar bize tanıtım yaptı, böylece meslek hayatımın ilk "hatırlatması" ile de tanışmış oldum. Bu sene havanın iyi gittiğini, 20 yıldır ilk defa hava güzel olduğu için, çay'ın 4 kez mahsül verdiğini öğrendik onlardan(standardı 3müş), belki de en işe yarar bilgi oydu =)

Tek ilginç hasta muhtemelen sadece basit bir gribal enfeksiyon geçiren böbrek nakilli bir bayandı. Rahat bir şekilde kendi imkanları ile Artvin'e gönderebilecekken, nedense hep birlikte gaza geldik, ve ambulansla sevk etmeye karar verdik. Sevk işlemleri tamamlanınca, uyandık, ama biraz geç kalmıştık. Ambulansın önünde 2 kişilik yer olmadığı için ambulansla birlikte Artvin merkeze gidemedik gerçi, ama daha sonra bir şeyler yemek için uğradığımız kafetaryanın işletmecisinden, şöförün pek tekin olmadığını öğrenince, çok da üzülmedik açıkçası.

Akşam yemeği olarak bize kafetaryada "çok karışık" bir tost yaptı. Yarım ekmeğe peynir, sucuk, turşu, ketçap, mayonez ile oluşan, amerikansız bir ayvalık tostu diyebiliriz kendisine. Keyiflice yedik, ve hastaneden ayrılıp eve geldik.

Şimdi bi yandan maç izleyip bi yandan yazımı yazıyorum, sonrasında ise muhtemelen erken yatmaya çalışıcam. Keza yarın önce istifa dilekçemi vericem, sonrasında ise Batum'a gidiyoruz. Bakalım yarın bizi neler bekliyor, Borçka maceramızda =)

Yarın görüşmek üzere.

Not: Unutmuşum, nöbet çizelgemiz de hafiften belli oldu, ilk yalnız nöbetim 25'inde!

Hastane nasıl bir yer?

Söz verdiğim gibi hastane ile ilgili bir kaç fotoğraf ekledim. Daha fazlasını da zaman içinde eklemeyi planlıyorum. Yük olmasın diye fotoğraf makinamı getirmedim, ama çokça pişman olduğumu da söylemem gerek. Cep telefonuyla çekilmiş fotoğraflarla idare edicez artık =)
Poliklinik odası böyle bir yer Acil'de. Bundan sonra nöbetlerimi tutarken en fazla zaman geçireceğim yer burası.

Acil Poliklinik odasının manzarası. Borçka'da her yerden dağ ve orman görmeniz mümkün. Bir de, o kadar eğime rağmen bir şekilde konuşlandırılmış ilginç evler, apartmanlar.
 Doktor odası, Murat, ve çay =))

Doktor odasından hastanenin manzarası. Pek hoş değil sanki =)

Ve de Doktor odasından doğa manzarası. Bu taraf gayet iç açıcı =)

Şimdilik bu kadar =) Kalitesi düşük fotoğraflar için özür dilerim, ama yine de bir fikir uyandırıyorlardır umarım. Zamanla fotoğraflar gelmeye devam edicek.

13 Kasım 2012 Salı

İkinci gün, memuriyete giriş

Günün planı hastaneye gitmekti. Evinde kaldığım arkadaşım (bkz. Murat) Cuma gününden evraklarını teslim etmiş, hastaneyi görmüş, ama benim için heyecan verici bir gün!

Sabah erkenden(Erken dememe bakmayın, 8:15 civarı =)) kalkıldı. Maalesef halen sıcak suyumuz yok, ve benim her sabah saçımı yıkamak gibi bir alışkanlığım var.(Bir insanın saçı 10 saatte yağlanır mı arkadaş!) Buz gibi suyun altında saçımı yıkayıp, iyice ayıldıktan sonra(ve de tabi biraz da kuruttuktan sonra) yola çıktık.

Yıllardır sabah 6-6:15'de kalkıp, 6:30'da yol çıkmamdan mıdır bilmem, hiç kahvaltı alışkanlığım yok. Ancak Murat sabah bir şeyler yemesi gerektiğini belirtince, yol üstünde simit/poğaça bulabileceğimiz bir yer arayarak hastaneye doğru yola koyulduk. Eve yakın bir çay evi bulduk, orada çay içtik, Murat poğaça yedi. Ben sabah çayımı 2 şekerli içerim, ondan mıdır bilinmez, çayın kötü olmadığını düşünürken, aslında çay acıymış, ilginç. Belki de ben, burada kötü çay olmayacağına fazlasıyla inandırmışım kendimi.

Neyse efendim, 5 dakikalık yol yahu, diye çıktığımız hastane yolunun o kadar da 5 dakikalık olmadığını keşfettik önce. Güzelce bir yokuşu da aşmak gerekiyor hastaneye varabilmek için.

Hastane binası eski tipik bir devlet binası. Yenilenmesi düşünülüyormuş duyduğumuz kadarıyla. Klasik bir ilçe devlet hastanesi. Fotoğrafını çekmeyi unutmuşum heyecanla, eve gelince aklıma geldi, artık yarına kısmetse.

Hastane'de önce Murat beni idari işlerin olduğu yere götürdü, ki evraklarımı teslim edeyim ve memuriyetim başlasın. ÇKYS(Çekirdek Kaynak Yönetim Sistemi) denilen sistemin şifresi yalnızca tek kişide oluyor hastanelerde, ve şansa bakın ki, bu kişi izne ayrılmış! Amma velakin tüm bu zaman zarfı boyunca dört ayak üstüne düşmüş olmam da göz önünde bulundurulunca, tabi ki, izinde de olsa, o sırada hastane de kendisi.

Hayatımda bu kadar önemli hissettirildiğim heralde olmamıştır, olsa da bu kadar değildir sanırım. İnsanın hoşuna gidiyor gerçekten de. İşlemlerim hızlıca halledildi. Maalesef mezuniyet belgesini de getirmem gerekiyormuş, ve evde unutmuşum, ama onu bile sorun etmediler, hocam göndersinler, biz onu sonra ekleriz dosyanıza dediler. Ziraat Bankasında hesabım açıldı, hatta telefonuma mesaj geldi, ve bunu yerimden hareket bile etmeden, kimseyle konuşmadan yapmış oldum. Muhteşem! Zira İstanbul'da Ziraat'te hesap açtırmak istesem, bunun benim hayatımdan ne kadar zaman çalabileceğini tahmin dahi edemiyorum.

İstifa ediceğimi ve 1 ay sonra gideceğimi söylediğim de ise, insanların suratları düştü. Üzüldüm. Kötü bir haber almış gibi oldular. Ama yapabileceğim bir şey yok maalesef. Tabi ki çayımı da içip biraz sohbet ettikten sonra, aşağıya Acil Polikliniğine indim.

Doktor odası artık benim! Bu güzel bi başlangıç. Poliklinik'te herşeyi sizin söylemlerinizle yapan insanlar var! Oh yahu. İnternlükten çıkıp doktorculuk oynama vaktim gelmiş farkettim onu. Acilde çalışan arkadaştan öğrendiğimiz kadarıyla çok yoğun ya da çok sorunlu bir acil değil. Artvin'de tam teşekküllü hastane var, sıkışınca oraya sevk ediliyormuş hastalar zaten. Altından kalkılmayacak bir yük yok gibi geldi. Tabi bunu ancak tek başıma nöbet tutunca tam olarak bilebilirim.

12 gibi yorulduğumuza karar verdik(!) ve şehre doğru yola çıktık. Emine Abla'nın restoranında yemek yedik(Adı Hanımeli sanırım lokantanın). Cenaze varmış anladığımız kadarıyla, biraz kalabalıktı, ama yemekler ortalamanın üstünde ev yemekleriydi, ben dahi memnun kaldım açıkçası.

Oradan çıkıp eve geri döndük. Söylemeyi unuttum sanırım, sabah evden çıkıp kahvaltı yaptıktan sonra, eve geri döndük, Murat'ın sipariş verdiği buzdolabı, ve bez gardroblarımız geldi. Yemek yedikten sonra ilk iş, 1 milyoncu tadındaki, herşeyi satan bir dükkana girip, askı almak oldu. Eve döner dönmezde bez dolaplarımızı kurup içlerine eşyalarımız astık, yerleştirdik. Oh mis! İyice bir ev oldu artık burası.

Neredeyse saat 5'e kadar miskin miskin oturduk, kitap vs okuduk, zaman geçirdik. Ve sonra internetimiz geldi! Beklenen an. Gerçi ben her koşula hazırlıklı olmak için yanımda VINN getirmiştim, ama tabi sabit internetin tadı, hızı hiç birşey de yok =)

Saat 7 gibi acıktık, ve evet, yine Emine Abla'nın yanına gittik. Dükkanın saatinin pilimi bitmiş ne olmuşsa, saati geç sanmışlar dükkanı kapatıyorlardı biz gittiğimizde. Emine Abla gelin gelin dedi, güzel bir mercimek çorbası içtik, sonra da köfte pilav yedik. Tabi sonrasında da sohbet. Bu sefer çay yoktu, nescafe ile idare ettik. Murat'ın babasının tanıdığı diyerek dün bahsettiğim Bayram abi'de geldi yanımıza, konuştuk bir müddet. Daha doğrusu onlar konuştular, biz dinledik. Karadeniz insanı konuşmaya başladı mı, devamı epey geliyor anladığımız kadarıyla.

Yarın kaşem gelicek, memuriyet başladı, 1-2 haftaya nöbet çizelgesine de girerim, buzdolabımız var, cola, schweppes gibi zehirli içeeklerime kavuştum. (bkz. hiç su içmemem) Şu anda hayat baya güzel Borçka'da benim için.

Yarın unutmazsam, hastanenin fotoğraflarını koymayı planlıyorum, ha bir de, bu kadar bahsettik, Emine Abla'nın dükkanının da fotoğrafını çekmeye çalışıcam.

Güzel yer buralar.

Bal isteyen varsa, kilosu 100 liraya, tavsiye edilen bir yer gösterdi ayrıca Bayram abi =)

Yarın görüşürüz artık.

Evden Manzaralar.


Evin Balkonundan gece görüntüsü. 
En uç noktada gözüken mavi ışıklı bina bir internet ve PS3 cafe. Borçka'da şimdiye kadar 3 tane PS3 cafe gördüm, ve korkarım daha fazlası da var =)



Balkonun diğer tarafı, sabah. Borçka nehrin 2 kıyısına kurulmuş bir şehir, ancak nehrin diğer yakasında, muhteşem bir ormanlık alan başlıyor. Bu alanda ise bir şekilde yapılmış apartmanları görmek de mümkün.

İlk gun, ilk heyecan

Bu işe pek bulaşmıyım dedim, ama uyku tutmayınca ilk gunden başlayayım dedim. Gerçi sadece 1 ay kalıcam ama yine de yeterli malzeme çıkacaktır diye düşünüyorum.

THY'nin Hopa seferine bilet almakla başladı herşey. Araştırmalarıma göre uçak Batum'a iniyor oradan da otobüs ile Hopa'ya geçiliyordu. Uçaga biniş icin kimlikle dış hatlardan gümrükten geçmek lazımdı. Babam emin olamayınca tetelefonla THY'den uçuşun hangi terminalden oldugunu ogrenmek istedi, ve kendisine İç Hatlar cevabı verilmesi ile havaalanina doğru yola çıktık.

Daha önce büyük bir valizle yola çıktığım Hırvatistan ve Tayvan'daki 1 aylık maceralarimdan edindiğim tecrübe ile 80 litrelik bir sırt çantasına doldurdum ihtiyacim olan eşyalarımı. Keza büyük bir valiz ile bilmediğiniz yerlerde seyahat etmek ve o valizi peşinizden sürükleyip gerektiğinde elinize almaya çalışmak gerçekten sorun yaratabiliyor. Annemin tüm korkularina rağmen çantaya rahaçca sığdım. Ve hatta gömleklerimin hiç birisinin kırışmadığını görmek de sevinç kaynağı oldu(bkz. gömlek dışında bir şey giymiyor oluşum.)

Babam beni 11:45 sularında iç hatlara bıraktı, ve maceram resmen başlamış oldu. İç hatlarda edindiğim bilgiye göre uçuşuma dış hatlardan gitmem gerekiyordu, ve uçağım 13:25'de idi. Sırtımda 15 kiloluk çantam ve ne de olsa hemen çantayı veririm mantığı ile çıkarmamış olduğum polar ve montumla birlikte koşar adımlarla dış hatlara gittim. Neyse ki online check-in yapmışım yoksa kuyruğa bakınca uçağa yetişememe olasılığımın bir hayli yüksek olduğunu belirtmem gerekiyor. Çantamı sırtımdan çıkardığım da gömleğimin terden ne kadar ıslandığını anlatmam pek mümkün değil, onu da belirtmek isterim. Çantamı verdim ve çıkış pulu almama gerek olmadığı bilgisini teyit ettirdikten sonra gümrüğe doğru gittim.

Gümrükten uçuş kartınız ve kimliğiniz ile rahatça geçiyorsunuz; bu uçuşla duty freeden alışveriş yapmak mümkün mü denemedim keza çok vaktim yoktu ve uçağın kapısına gectim.

Uçuş bilgileri olarak 13:25 kalkış ve 16:00 varış deniliyor. Ama uçuş 3 saat değil tabi ki de. 16:00 varış diye bahsedilen gerçekten de Hopa'ya varış. Yani belirtilen süre içerisinde tahmini otobüs yolculuğu süresi de var.

Pilot uçağın lokal saatle 17:20 civarında inecegini söylediğinde noluyoruz dedim. Sonra farkettim ki Gürcistan ile saat farkimiz 2. Tabi Batum ve Hopa arasındaki mesafenin, İstanbul'da Taksim'den Beşiktaş'a otobüsle inmek icin gereken süre ile aynı (bkz. yarım saat) olduğu düşünülünce garip geliyor biraz.

Havaalanına indiğinizde, sizi terminale alıyorlar ve hemen 2 gruba bölüp Hopa yolcularını sağdaki bir odaya topluyorlar. Hopa yolcusu olanların isim listesi oradaki bir görevlide mevcut ve tek tek kontrol ederek sizi odaya alıyor. Yalnız aslında kontrol ettiği kaçak Hopa yolcusundan ziyade, Hopa diye bilet alıp Batum'a gitmeye çalışanları bulmak.

Evet 120 liraya Hopaya bilet alıp 300 liralik Batum yolcularıyla birlikte seyahat edip sonra orada işi ucuza kapatmak yok. Sert bir şekilde buna engel oluyorlar aklinizda bulunsun. Ve öyle yolda ineyim gümrükte iner geri geçerim de diyemiyorsunuz, paşa paşa Hopa'ya.

Siz beklerken valizleriniz otobüse yerleştiriliyor ve sonra kara yolculuğu. Önce 15 dakika Batum'da ilerliyorsunuz sonra kimse size gümrükte bir şey sormadan 2 dakikada kapıdan geçiyor ve Türkiye'ye tekrar giriyorsunuz.

Yol çok guzel. Dalmaçya sahillerinde, Hırvatistan'da bir şehirden diğerine gidenler muhteşem bir manzara ile karşılaşırlar. Bir taraf çok güzel bir deniz, diğer taraf ise dik kayalıklardan olusan çok güzel yemyeşil bir orman. Dalmaçya halt yemiş. Burada daha güzel bir deniz daha güzel bir orman var. Maalesef sadece 15 dakika sonra Hopa'ya varıyorsunuz.

Hopa'da limanın içinde gerçekten de Batum Havaalanı, Hopa Terminali diye bir bina yapmış adamlar. Biraz garip biraz komik. Otobüs sizi bir tarafta bırakıyor, içeri giriyorsunuz, kimliğinizi bir memura veriyorsunuz ve o bilgisayardan bir şeyler yapıp yarım dakika sonra geçmenize izin veriyor. Bu sırada otobüs binanın diğer tarafına geçiyor ve sizi kapıda bekliyor. Valizlerinizi alıyorsunuz ve artık tamtakır Hopa'dasınız.

Çıkışta sizi bir servis aracı bekliyor. Artvin ve Borçka'ya götürmek üzere. Aslında Borçka'ya yolcu götürüyor olmasının tek sebebi Borçka'dan geçmeden Artvin'e gidilemiyor olması. Yoksa öyle çok takacakları bir yer değil.

Yolculuk sarsıcı. Şöför gidebildiği maksimum hızda gidiyor. Yolda 5 saniyelik bir düzlük dahi yok. Sürekli sağa ve sola sert dönüşler. Yol tek şerit gidiş tek şerit geliş. Yaklaşık 45 dakika sürüyor, ama yarım saatten sonra en dinsiz imansız adamı bile yola getirebilecek bir yol ve pilotaj. Neyse ki Cankurtaran geçidi diye bir tünel çalışması yapılıyormuş, ve Borçka direkt olarak Batum'a duble yol ile bağlanacakmış. Güzel bir gelişme.

Borçka'ya gelince şöför köprüde bıraksam olur mu dedi. Ben pek bir fikrim yok Devlet Hastanesine ya da Öğretmenevi'ne yakın mı dediğim de ise bir anda tüm serviste yeni doktor sinyalleri çakılmaya başlanıyor ve de farklı bakışlar ve saygı gördüğünüzü o an hissediyorsunuz. Servis şöföründen Borçka'da doktorlar uzun durmaz bilgisini aldığınızda hüzünlü bir gülümseme ile kendinizin de durmayacağınızı belirtiyorsunuz, dönüş için şöförün kartını alıp Öğretmenevi'nin önünde iniyorsunuz.

Aslen plan, daha önceden görüşülen hastane memurlarından birini aramak ve onun Öğretmenevi'nde yer ayarlamasını, daha sonraki gün ise lojmana götürmesini sağlamaktı. Ama şans odur ki, birlikte atandığım Akdeniz mezunu Murat isimli bir arkadaş burada bir ev tutmus, ve yanında kalabileceğimi söyledi. Buluştuk ve eve gittik.

Arkadaş bir cok masraf yapmış yeni eşyalar almis ve ev en azından kalınabilecek hale gelmiş. Sevinmedim desem yalan olur. Gerçekten de dört ayak üstüne düştüm bu konuda.

Murat'ın babasının Borçka'da yaşayan bir tandığı ile buluştuk daha sonra.(Bu arada unutmuşum, saat 17:15'de Borçka'ya ayak basmıştım, yani yaklaşık 4 saatte İstanbul'dan buraya rahatça gelmek mümkün). Sağolsun bize şehri biraz gezdirdi, yemek yedik, ve yemek yenilecek yerleri gösterdi bize kabaca.

Özet geçmek gerekirse, 2 köprü ile birbirine bağlı iki yakadan oluşan ortasından Çoruh nehri geçen bir ilçe Borçka. Merkezin nüfusu yaklaşık 10,000 kişiymiş. Etrafta muhtemelen aradığınız bir şeyi bulamama şansınız pek yok. 200 metrelik alanda 3 tane Playstation cafe dahi var. BİM ve A101 de mevcut. Bol bol restoran ve dükkan da mevcut. En korktuğum şeylerin başında kuru temizleme vs gibi bir şey bulamamaktı, ki evin tam karşısında var. Yani yaşamak için ihtiyaciniz olan herşey burada mevcut aslında.

Yemek yedikten sonra bir başka restorana geçtik, oranın sahibi Emine Abla ile tanıştık. Hoş sohbet cana yakın bir abla. 2 saate yakın kalmışız yanında. Sonrasında ise eve geldik biraz daha yerleştik ve artık uyku vakti.

Ha bir de son olarak, çay guzel. Çaya asla hayır diyemeyen biri olarak saat 6'dan 8'e kadar 3 bardak ve 1 fincan çay içtim. Sanırım günde 1 litre çay ortalaması tutturup, Ice Tea bağımlılığımı çay bağımlılığına çevirip öyle dönücem.

Yarın görüşmek üzere(Yarın eve internet bağlanıyor, ne olur ne olmaz diye aldığım VINN pek işe yaramayacak sanırım :))